Aşağı Köselerli, Mut´un en büyük köylerinden birisidir. Mutun güneyinde ve Göksu sırtlarında kurulmuştur. Mut´a uzaklığı 22 km´dir. Köselerli Köprüsünden sapılarak gidilir. Göksu´yla yol, kıvrıla kıvrıla giden, sarmaş dolaş iki yoldaştır sanki. Nüfusu 1061, seçmeni 680, hane sayısı 450´dir. 14 öğretmenli, 175 öğrencili ilköğretim okulu vardır. Öğretmenleri Mut´ta oturmaktadır. Muhtarın adı Abdurrahman Uyar´dır. Tarımsal Kalkınma Kooperatifi kurulmuş ama daha hiçbir çalışması yoktur. Bir minareli bir camisi, içi boş bir sağlık ocağı, iki kahvehanesi, üç bakkalı ve bir "Talebe Yurdu" vardır.
Köyün geliri baharın erik ve kayısıyla başlar. Çeşitli sebzeler yetiştirilir ama en büyük geliri acı biberdir. Yılda yaklaşık 1300 ton biber üretilir. Yerfıstığı ekimi çok azalmış, zeytincilik ve hayvancılık önem kazanmıştır. Yaklaşık 2000 sığır vardır. Günlük ortalama 3 ton süt satılmaktadır. Ona yakın evin koyun/keçi sürüsü vardır. Çul dokuma işi azalmıştır. Okuma oranı düşüktür, Mut´un içindeki memurları dışında, başka yerlerde pek memuru yoktur. İl Genel Meclisi Üyesi Nebi Yılmaz buralıdır. İçme suyu Zeyne tarafından gelmektedir. Evleri genellikle taştandır, yeni yapılar betonarmedir. Düğünler yemekli olur ve çalgı çalınmaz. Dış ülkelerde iki kişisi vardır. Bir tarafını Göksu, bir tarafını Gelemiç Deresi çevirmiştir. Sosyal konularda kapalılığını koruya gelmiş bir köydür. Geçmişte güreşe ilgi duyanlar olmuştur.
Köyün kuruluşuna gelince; Mustafa Nişan´ın anlattığına göre, Orta Asya´dan gelenlerin bir kısmı Antalya´ya yerleşmişler. İçlerinden yerlerini darsınanlar Aydın yöresine gitmişler. Bir kısmı burada kalmışsa da, bir kısmı Kütahya Simav´a, zamanla da Torosları aşarak Çukurova´ya inmişler. Derken, bunların kimisi oraları yurt edinmiş, kimisi de buralara gelip, buraları yurt edinmiştir.
Âşık Cemali´nin buralı olduğunu ve akrabalarının bulunduğunu söylüyorlar.
Eskiden köyde "keçi yüzüğü" diye bir oyun oynanırdı. Bu oyun koç katımından tam yüz gün sonra yapılırdı. Köyde bu işe ilgi duyan çobanlar toplanır, içlerinden şakacı, ağzı söz bilir, hareketli birisini "Arap" düzerlerdi; deve kuyruğundan bıyık yaparlardı, elini yüzünü isle boyarlardı, bir sürü çan takarlardı, boynuna da bir yular geçirirlerdi, eline de bir çuvaldız verirlerdi... Yakın yanaşana dokunduruverirdi bu çuvaldızı. Birisi bu yulardan çeker, ev ev dolaşılırdı. Kimi zaman bu "Arap" kaçacak olur, sağa sola koşar, hoplar zıplar, ama kaçmazdı. Her evin önünde bir sunum yapılırdı:
"Selam verdik aldın mı /
Saya geldik duydun mu /
Saya saya sekiz aya /
Koç katılır dokuz aya /
Şurda ne kaldı /
Elli gün kaldı /
Elli güne kadar yaz gelir güz gelir /
Kolu çarşaflı kız gelir /
Ak gelin gök gelin /
Çalpara çuvalını dök gelin /"
Bu arada "Arap" çeşitli şakalar/oyunlar yapardı. Ev sahibi sorardı, "Ne isten Arabım?" "Yağcağız isterim." "Kaç kaşık olacak Arabım?" "Beş kaşıcık." Bazen de "kızcağız" isterdi "Arap." Böyle böyle sabaha kadar dolanılırdı. Tabi un da toplanırdı, pekmez de, başka şeyler de. Sonunda önceden haberli bir eve varılırdı. Orada ekmek pişirilir, yağlı bulamaç yapılır, yenilir içilirdi. Sonra sonra bu iş sulandırıldı. Toplananlar satılmaya başlandı. Şimdi de yapılmaz oldu.
Köyde yaşanan bir olaya gelince, olayın kahramanı Ali Gülüç, (Sarı Ali) yaşıyor daha. Bu olaya da "Gartlan Gabak" diyor kendisi.
Köyde bir ağa var, Nebi Işık. Sarı Ali´nin çocukluk arkadaşı, hem de akrabası. "Sarı Ali" dedi mi, gece düşüne girmiş gibi korkar, "buyur dayı!" der karşısında, saygısı sonsuz. Ağa adam, bağına bahçesine zarar mı verildi, "kim o?", "Sarı Ali", "tamam öyleyse..." O da böyle sever Sarı Ali´yi.
Bir gün birlikteler. İyi bir de atı var Sarı Ali´nin. "Paşa" denilen bir bakım memurundan 500 lira parayla aldı, adını da "Paşa" koydu. Dört kişiyi Göksu´dan vız geçirir, öyle güçlü. Akıllı biri de, üstündekini korur. "Tarlaları motorla nadas ettireyim ben, sen de bu beygirle sür, tarlalarımıza darı ekelim, motorla da sulayıveririm" der Nebi Ağa. Ekin yerine darı ekecekler, ortak. Sarı Ali de kalenderin, garibanın birisi, bir tek atı, beş altı çocuğu var. O zamanlar nerden bilsin çok çocuk yapmamayı. Anasının adı, babasının adı, dedesinin adı, çıksın da çıksın...
Velhasıl darı büyür, sömeklenir, derken güz gelir. Zaman da devenin tükendiği gölüğün çoğaldığı yıllar. Her evde beş altı gölük olur. Yularını sıyıran, "deeh!..", salıverir... Darı da Kocakavak denilen yerde.
Neyse, sömekleri harmana yığar bu. Onu çağırıp, bunu çağırıp sopalarla dövdürecek. Çünkü dövenle sürülmez darı. Yayladan inenin gölüğü orada. Sarı Ali´nin darısını düşünen mi var! Nebi Işık´ın darısını? Atına binip darının başına varır, uzun bir örkle atı bağlar, at ikiye bir, "hıhıhıı, hıhıhıı!.." Hiçbir at atı hesap almaz. Kırk elli hayvan. Daralır, sıkışır, sömeklerin yarısı yaş, yarısı kuru daha. Hatta bir ara Nebi Işık´a varır, "Nebi Ağa nöğürelim, böyle böyle?.. Birine tüfek sıksam, ödeyecek gücüm yok..." At sahipleri de ağa adam zaten, "ekmesin deyyus yav!", "ekdiyse kaldırsın!.."
Atlar da büyüklü küçüklü, kısım kısım, sürü sürü, kimisi birinin, kimisi birinin... Birisi bir ürktü mü, herkes yerini buluyor.
Ne yapacağını şaşırır bu. Uyanığın biri der ki, "dayı hendeğinin bir kolayı var." "Neci?" "Yahu sen bir silah yaptır, o silahla o hayvanlar dağa ağar gider." "Neci yav?!" "Yahu, Gartlan Gabağı bilir misin?" "Duyarım." "Onu yaptır sen." "Kim yapar bunu?" "Güççük Hoca yapar." Köyün de hocası o. Varır yanına, "yahu Hocam, senden bir ricam var." "Neci?" "Gölüklerin elinden darıyı alamadım, bir silah yapıver bana, silah yaparmışsın sen." "Yapmasına yaparım da..." "Eee?" "Millet duyar mı ha. Sarı Ali´m, seni döğerler o zaman, atların gıçı gırılır, dellenir, dağa ağarlar..." "Hocam ne vereceğiz buna?" "Bir kutu darı (tenekenin yarısı) vereceksin Sarı Ali´m." Hoca hanımına seslenir, "Garı! Aşaagözde üç tane gabak var, içleri buğday dolu, en ilerideki kırmızı büyük şeyi boşalt gel!"
Getirir kabağı. Kendisi de ham bir deri getirir hocanın. Bir kaptaki suyun içine ıslar. Saplı tıraş bıçakları olurdu o zaman. "Çekiştir Sarı Ali bakalım" diyerek, cart cart, deriyi tıraş ediverir. Keçi derisi. Kepiler vardı, ufak ufak, kara kara, onlardan getirir. Kabağın göt kısmını oyuverir, kestiği deriyi de kepiyle tık tık... Arkasından da el girecek kadar, kabağı boğazından keser. "Sok bakayım elini!" Sokar elini Sarı Ali. "Eyi!" Ayakkabı dikilen mumlu iplikten bir parça kesip, ikiye katlayarak, deriyi de ortasından delerek, ucunu içeriye sokar. Hazırladığı kuru bir kazığı da ucuna bağlar. Sonra seslenir Sarı Ali´ye, "hendeğireye bir ateş yak!" Davul kızdırır gibi kızdırır. "Tın tın tın!.." "Dahaca tavı var Sarı Ali" Biraz daha kızdırır. "Gel şimdi içeriye, kapıyı da ört!" "Çek şu ipi bakalım!" Sarı Ali ipi bir çeker, "hak huk hak huuk, huk huk hak huuk!.." "Ulen sesini çok çıkarmayalım!"
Hemen bir çuval getirir Hoca, "benim darıyı buna gat getir!"
Çuvalla ve silahla eve koşar Sarı Ali. Akşam da olmuştur zaten. Silahı bir heybeye koyar, atın terkisine de çocuğu bindirir, feng, caminin yanından aşar. Tuzlu Çeşmenin yanından bir bakar, bütün gölükler orada, harmanın etrafı ayın aydığı, süt gibi. Kizirli´nin atları bile gelmiş. Bağlar atını. Bütün atlar orada, silah atta, bugün rahat bir uyku uyuyacak artık... Atın birisi darıyı hırsızlayacak, güpür güpür gelir, arkasından birisi daha... Kovalar onları, "hihiii, hihiii!..", geri gelirler, hepsi harmanın başına toplanıp karakuş gibi bakarlar. Atının gemini takıp üstüne biner. Çocuğa da, "sen hendeği sapımızın üstüne çık, çiğnenirsin sonra" der. Çocuk ufacık daha. Silahı ortasından tutarak yavaşça asılır. "hak huk!.." eder bir. "Hııh, hııh!" der atlar, kulakları kabarıverir birden, götün/götüne veriverirler, hepsi sürüsünü buluverir, "hııığ, hııığ!..", bir o yana, bir bu yana, sesin geldiği yana bakınırlar. Atın üstünden bir daha zırıldatır silahı, arkasından da bir çatırtı kopar, bir de bakar bir duman, "hahihiii, hahihii!.." Arkalarından koşturur atı, silahı ata ata. Otalık gece, zıplayan mı, düşen mi, kimisi arkada, kimisi önde, kimisi sağda, kimisi solda. Bulaşıcı hatsallık gibi bu ürkme de. Az sonra bir bakar kimse yok, bir dinler, kimisi ta Kalecik´in boynunda, "hahihii, hahihii!", kimisi Kara Tepenin orda, kimisi Kuruceren´de, kimisi Bağırsak Deresinde, kimisi Malburun´da... Tat Koca´nın bir gölüğü var, kulağı kesik, bir tek o kalır. Nedense o ürkmez. Tabi bir de kendi beygiri ürkmez.
Geri gelip rahat bir uyku uyur. Sabahleyin hayvanın yularını alan gelir, alan gelir... "Sarı Dayı?.." "Dayı" derler ona hep. "Hııı!" "Yav bugün hiç gölük sesi yok hoynu?, Bir sakatlık mı var yoksa?" "Sağ olun var olun, bağladınız mı, yoksa başka bir yere mi saldınız bugün gölükleri?, Beni rahatsız etmediler hiç"
Darıların kimisi ütme daha ya, yaktığı ateşte kimisini ütüp ütüp yan tarafa koymuştur. "Birer tane alabilirsiniz. Çekinmeyin çekinmeyin!.. Bugün zarar vermediğiniz için siz yeyin haydi! Bir tek Yumşak Ali alır, Nebi Çavuş da der ki, "ulen Sarı Ali, gölüklere bir deyyusluk ettin sen ya!.." "Hayır, hiçbir şey etmedim." O arada da bir ikisi çocuğun yanına varır, "gölüklere noldu bee?" "Bubam bir silah yaptı, hayvanın üstüne de bindi, govaladı atları." "Nerde o silah?" "İhi." Kırıverirler silahı.
Az sonra birisi de Zeytin Topuğu´nun oradan bağırır, "silah yapmış silah, Gartlan Gabak atmış, Gartlan Gabak!.."
Ve harmanın yanından bir ses daha duyulur, "amma bok yemişsin Sarı Ali ha!.."
KAYNAK: MUT ÇITLIK kültür sanat dergisi BİR KÖY BİR ÖYKÜ Yazı Dizisi
Kaynak: Mut Çıtlık Dergisi